İlknur Birol

Binlerce kadının alın teri ve emeği

İlknur Birol

Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası – Eğitim Sen,  İstanbul, 1990’lardan 2010’lu yıllara değin

Öğretmenim. Eğitim Sen ve hatta Eğit-Sen kökenli bir süreçten geliyorum. Elli bir yaşındayım, evliyim iki kızım var. Öğrenciliğim Ankara’da geçti, ilk görev yerim Kütahya, bir buçuk yıl Kütahya’da öğretmenlik yaptım. Sonra İstanbul’a tayin oldum ve halen İstanbul’daydım. Öğrencilik yıllarımda çalışıyordum, sendikal faaliyetlerim de bu yıllarda başladı. Ondan sonra Eğit-Sen Genel Merkezinde Örgütlenme Sekreteri olarak görev iki dönem görev yaptım. Eğit-Sen ve Eğitim İş’in birleşip Eğitim Sen kurulduğunda, Eğitim-Sen’in kurucuları arasında yer aldım. Ardından KESK’in oluşum sürecinde, hazırlık genel kurulunda delege olarak tartışmalara katıldım. 1998 yılında sendikamızın bir mitinginde yaptığım konuşma nedeniyle hapis cezası aldım ve memuriyetten menedildim. 1998 yılında cezaevine girdim. Cezaevinden çıktıktan sonra on üç yıl açıkta kaldım. 2011 yılında tekrar göreve döndüm. Halen öğretmenliğimi sürdürüyorum. KESK Genel Meclisi üyesiyim.

1980 sonrası üniversite yıllarım Ankara’da geçti. Lise dönemimde 1980 öncesini kısa süreliğine de olsa yaşamıştım, bunun kazandırdığı bir politik bilinçle, darbenin hemen sonrasındaki o aşırı baskıcı dönemde, üniversitede öğrencilik yaparken TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) kökenli öğretmenlerle irtibatım vardı. Bu öğretmenler, bir eğitim dergisi olan abece Dergisini çıkarıyorlardı. O zamanlar öğrenci olarak eğitim fakültesinde okuyor olmanın da avantajıyla, Eğit-Der’e (Eğitimciler Derneği) gidip gelirdik. Dergileri paketlerdik, gönderirdik, hocalarla konuşurduk. Bu tür basit ve küçük deneyimlerden sonra 1988 yılında öğretmen oldum ve Kütahya’ya atandım. Kütahya’da öğretmenliğimi sürdürürken aynı zamanda Eğit-Der faaliyetlerinin içinde olmaya başladım. Sendikal Haklar Komisyonunda çalıştım. Dönemin sendika kurma tartışmalarının içinde yer alabildiğim kadar aldım ve Eğit-Der’de gerçekleşen, önce Eğitim İş’in sonra Eğit-Sen’in kurulduğu süreçte, Eğit-Sen’in kuruluş fikrinin takipçisi olarak Eğit-Sen içinde yer aldım. 

1990 yılında İstanbul’a atandıktan sonra Eğit-Der ve Eğit-Sen’de çalışmalarım devam etti. Aktif olarak neredeyse, bütün zamanımla bu faaliyetin içinde olmaya çalıştım. 1989 Bahar Eylemlerinde politik kimliğime uygun biçimde yer aldım, tartışmalara katıldım. ‘’Eğit-Der’den Eğit-Sen’e Sendikal Haklar Komisyonu’’ tartışmalarının ve çalışmalarının içinde bir genç öğretmen olarak yer aldım. Konumuzun kadın olması nedeniyle şunu da söylemem lazım; 1980 öncesi TÖB-DER örgütlülüğünün devasa birikimine sahip bir kadroyla, aynı zamanda bu tartışmaları yapıyor olmanın avantajı ve dezavantajını birlikte, çok içten yaşayanlardan biriyim. 

Genç olmak, genç bir kadın olmak, yeni bir öğretmen olmak… O süreci tırnaklarımızla… neredeyse tamamı erkeklerden oluşan bir topluluk içinde, hem çok kısa sürede öğrenmek bu birikimli kadrolardan, hem de bir genç kadın olarak varlığınız inkar edilmeden, var olmanızı sağlamak için herkesten daha fazla çalışmak zorunda olduğunuz bir atmosferde geçirdim. Aslında sonradan fark ettim, bazen öğrendiklerinize benziyorsunuz, eğer öğrendikleriniz bir erkek topluluktan ise; sizin üzerinizde onların izi kalıyor. Bu ancak  bilinçle aşılabilir bir durum. Sendikal sürecin bana kazandırdığı en önemli şeylerden biri budur. Bu aşama aşama bende de görülür. Sendikal faaliyetleri erkek diliyle, erkek tavrıyla, daha erkek egemen kodlara riayet ederek, farkında olmadan uyum sağlayarak ama bunun içinde emeğinizle, yırtınarak var olmaya çalıştığım bir dönemdi. 

1980 öncesi devrimci mücadele içerisinde çok fazla faaliyet göstermiş ve onun birikimine sahip, kadının da var olduğu ama erkeklerin kadınlardan çok önde ve görünür olduğu bir dönemden bahsediyorum. Eğit-Sen’in kuruluşu ve ilk şubeleşme faaliyetleri sürecinde, çalıştığım okulun olduğu İstanbul’un Anadolu yakasında bir şube kuruluyordu. Onun kurucu kadrosunda yer aldım, dahil olduğum politik grubun iç faaliyetleri için de aktif olarak çalıştım ve Eğit-Sen Genel Merkez Yönetim Kuruluna seçildim kadın olarak. Benim grubumun temsiliyetiyle seçilmiş oldum. En genç üyeydim. Sevgili Nurhan ablamız vardı, Nurhan Akyüz, kendisini analım. Sendikal sürece çok katkısı olan kadınlardan birisi. O gün çok görünmüyor olabilirdi ama sonradan bakıldığında Nurhan Abla’nın sendikal sürece olan ciddi katkılarını, teslim ederek konuşmamız lazım. Onun politik geleneği, kadın merkezli tartışmaları yansıtma biçimi çok profesyonelce ve çok iyiydi. Bugünden bakıldığında, o tartışmaları çok iyi bir düzeyde, yansıtarak değiştirdiğini ve etkilediğini ifade etmemiz lazım ve yad etmemiz lazım. Şu an aramızda olmadığı için adını tarihe kayıt düşmek gerektiği için söylüyorum.

Bir anekdot anlatayım, gülelim, nasıl bir sendikal faaliyet, nasıl bir çaba olduğunu anlamak için: Ben de geriye dönüp baktığımda ‘’Nasıl öyle yaptım’’ dediğim bazı şeyler var. 1991 yılında ilk çocuğumu, kızımı doğurdum. Hamileliğimin bütün aşamaları sendikada geçmiştir. Şöyle bir trafikten bahsediyorum. Sabah 7.30’da derse giriyorum. O zaman sendikalarda profesyonellik yoktu. Çok zor koşullarda sendikal faaliyet yürütüyorduk. Sendikal faaliyeti meşru kılmamaya dönük bir devlet baskısı vardı. Ama kendimizi ideolojik olarak çok güçlü ve haklı hissettiğimiz zamanlardı. Okulda ders programımı üç, dört saat yapıyor, derse giriyordum. Öğretmenliğimi yaptıktan sonra okuldan hızla çıkıp bir araca binip, merkezde iniyordum, iskeleye yakın bir yerde. Karnım çok acıktığı için mutlaka yiyecek bir şey alırdım, bir simit meselâ, yolda onu yiyordum, iki gazete alıyordum. Vapurda gazeteleri okuyordum, eski bir alışkanlık. Biz aramızda konuşurken de söylerdik. Haberi tersten okumayı, devletin atacağı adımları okuduğumuz haberlerden, yapılan açıklamalardan çıkarsamak üzere okurduk gazeteleri. Devlet böyle söylüyorsa arkasından ne yapabilir? Sen devlet olsan ne yapardın, muhalefetine?. Bir önlem alma taktik geliştirme açısından, bunun çok faydasını gördüm. Sonra baktım hep öyle düşünmeye başlamışım: Ne yapmak istiyor, attığı adımın sonuçları ne olabilir, birinci sonucu ne olabilir, ikinci sonucu ne olabilir, biz nasıl cevap vermeliyiz. Bizim birincil ve ikincil cevaplarımız ne olmalıdır, neye dayanmalıdır cevaplarımız… O gazeteleri sendikaya giderken vapurda okurdum, güncele hâkim olayım diye. Sendikaya giderdik. 

O zaman her işini kendimizin yaptığı bir sendika bürosu vardı. Bulaşığımızı yıkardık, temizliğimizi yapardık. Ondan sonra rutinimiz başlardı. Örgütle temas ve  genç olmanın sıkıntısını çekiyorduk. Çok aktif olduğum, hareketli zamanlardı. “Ben o zamanlarda bu sürecin içerisinde, kadınlık bilinciyle mi vardım?’’ sorusuna hayır diyeceğim. Etkilerden arınma da bir süreç aynı zamanda. O bilinci edinmeye başladığım, farkındalığımın oluşup, kafamda tartıştığım, aynı zamanda teorik zemine oturttuğum zamanlar ne zamanlardır? Biz gece 12.30’a kadar sendikada kalırdık. Evim de çok uzak bir yerde. O zaman otobüs yok, minibüs yok, taksi az. Karşıya son vapurla geçer ve bulabildiğim araçlarla evime giderdim. Bu rutin bir gün, iki gün, üç gün değil. 

Doğumumdan bir gün önce, gece on iki gibi iskelede vapurdan iniyoruz, vapura iskele verildiği için bir an ayağım sendeledi. Arkadaşlar da dalga geçtiler benimle, ‘’Sen kesin bir gün iskelede doğuracaksın’’ diye. Ertesi gün saat yarımda bir toplantımız vardı. Sabah dokuzda doğum sancılarım başladı. Sancılarım başlamasa ben kesin toplantıda olurdum. Bunu, sendikal mücadeleyi düşünmediğimiz zamanlar olmuyordu, diye anlatmak istedim, yoksa bir özveride bulunuyorduk diye değil. Belki gülümsetebilir. Doğum yaptım. Bir gün hastanede kaldım, kış günü. Eve geldiğim gün, Ümraniye’de Eğit Der’in kongresi vardı ve polis yaptırtmıyordu. Evin kapısında arabayla öğretmen arkadaşlar vardı. Niyetleri kötü, beni kongreye götürecekler.  Kapıdan bebeği annemlerle verdim. Ben o halimle arabaya bindim ve Ümraniye’de Eğit Der Kongresi’ne gittim. Polis kongreyi yaptırtmadı, akşam eve döndüm. Bu normal bir şey değil, bunun normal olduğunu söylemiyorum zaten. Bir önerme olarak söylemiyorum. Atmosferi anlatıyorum. Bu sadece benim için değil birçok arkadaşım için böyleydi. ‘’Bugün aynısını yapar mısın’’ sorusuna “hayır” derim. Yüksek abartı, bebeği bırak git, orada ne olacağı da belli değil.  Ama sendikal davanın kendisini aşan bir şeyden söz ediyoruz. Bu işle uğraşan herkesin ruh hali buydu. İstisnasız bütün gruplardan, bütün şahsiyetlerin ortak ruh hali buydu. Ben böyle yaşıyordum, başka bir arkadaşım başka biçimde yaşıyordu. Rutindi bu. 

Bizim mücadele ettiğimiz zamanlarda istisnasız hiçbir arkadaşımın maaşı evine girmemiştir. Çünkü bizim maaşlarla kira ödenirdi, telefon ödenirdi ya da yol masrafı yapılırdı. Yani bir dava haline gelmişti ve bu derece kendimizi haklı gördüğümüz, bu kadar güvenle tartışmasını yaptığımız başka bir dönem olamazdı. Çok güçlü hissediyorduk kendimizi. Bu süreçte kadınlara karşı  dirençler görüyordum ben. Genç ve kadın olmaya karşı dirençleri görüyordum. Politik aktörlerden de görüyordum. 

Bir örgütlenme haritası çıkarmak üzere bir çalışma yapıyorduk. Birtakım verilere ihtiyaç var. Örgütten bunları isteyeceğiz. Bir yazı yazdım. Sevdiğim bir arkadaştı. Bana bir mektup geldi. ‘’Sen git evine çocuğuna bak’’ diye yazmıştı. Cevap vermiyordum buna. Fazla erkek egemen bir şeydi ve çok sinirlediğimi hatırlıyorum. Benim için kırılma noktalarından biriydi. Bir erkek yöneticiye bunu yapmıyorlar. Bana genç ve kadın olduğum için yapılan bir davranıştı bu. Bu davranış benim  farkındalığımın oluştuğu eşiklerden biridir. Önce öfkelendim ama sonra durulunca bunun başka bir şey olduğunu anlamaya başladım. 

Bir diğer, komik anekdot anlatayım. Başkanlar kurulu yapıyoruz, şöyle konuşulurdu: ‘’Sen başkan, sen Genel Sekreter, Nurhan abla, İlknur bacı’’. Bu hem iyi hem kötü bir şey, beni kabullenişle, bana bakışın tercümesi anlamında bir durumu anlamak için önemli söylemler. Çok sevimli, çok sıcak, kendinden görme hali, ama arka planı deştiğinde başka bir şey var. Sonradan baktığında böyle okuyabiliyorsun. O zaman gülüyorsun ama. 

Bu süreçler aynı zamanda başta 8 Martlar olmak üzere, tartışmaların ufak ufak birikmeye başladığı, yönetimden hiçbir kadının bu tartışmalara asla girmek istemediği süreçlerdi. Çünkü politik düzey açısından çok iftiharla andığım bir dönemdi. Eğitim-Sen için söylüyorum, bütün kadrolar politik düzey açısından hakikaten çok ileriydi. Taban tabana zıt bir fikrinizin ya da çizginizin olduğu bir kadroyla tartışırken, karşılıklı olarak son derece öğretici, geliştirici ve bugünle kıyaslandığında politik düzeyi çok yukarda tartışmalar yapıyorduk. Algımız sürekli çok açıktı ve bütün kadrolar çok üretkendi. Birbirini itekliyordu bu. O zaman gerilim ve tartışma gibi görünüyordu ama dönüp baktığınızda son derece sizi düşünmeye iten bir ortamdı. Mecburdunuz kendinizi yenilemeye. Durduğunuz yerde kalamazdınız. Öğreten bir süreçti, hele öğrenmeye de yatkınsanız, hakikaten çok zengin bir süreçti. Zor bir süreçti. Kürt savaşının 90’lar süreciydi, faili meçhuller süreci. Şırnak-Eruh baskınlarının, devletin o kontgerillası ve hizbulkontranın her tür katliamının olduğu bir süreçti. 

Klasik, zııır diye çalan telefonlardan vardı. Biz bir dönem o telefon her çaldığında şimdi nereden hangi ölüm haberi geldi, diye bakıyorduk. Unutmadığım duygulardan biridir. Bu duygu çok önemlidir. Herkes bizim 24 Aralık eylemi, ilk iş bırakma eylemi diye düşünür. Aslında biz, ilk iş bırakma eylemini, Zübeyir Akkoç öldürüldüğünde yaptık. Sendikada bu konuda karar yazılı olarak alınmıştır. 1980 sonrası radikal ve politik bir nedenle kadrolarımız iş bırakmıştır. Zübeyir (Akkoç) Başkanı Diyarbakır’da lisesinin önünde hizbulkontra katlettikten sonra yaptığımız tartışmalarda, verilecek tepki kadrolar düzeyinde, iş bırakma tepkisi dedik ve saf tuttuk. Ben o gün verdiğim savunmalara bakıyorum, sicilimde duruyor hâlâ. Son derece ileri bir politik içerikle. Barış, çözüm, savaşa hayır içeriği ile politik muhtevası oturmuş savunmalar vermiştik. O tarihte kınama ve uyarı cezası verdiler. 

Bu süreçlerin en kritik tartışmalarından biri de 8 Mart. 8 Mart’ın kadim tartışması. ‘’Dünya Kadınlar Günü’’ mü, yoksa ‘’Dünya Emekçi Kadınlar Günü’’ mü tartışmalarında kilitlenen ama kadınların ufak ufak ilgi göstermeye başladığı ve 8 Mart kutlamalarının bir biçimiyle birbirinden farklı, birinin ‘’Dünya Kadınlar Günü’’ dediğine ötekinin ‘’Dünya Emekçi Kadınlar Günü’’ dediği; karma mı, yoksa sadece kadın katılımlı mı kutlanır tartışmalarının yapıldığı, örgütün bir tarafının öyle bir tarafının böyle dediği ama tartışmaların arttığı bir dönem. 

Kadın sayısının yoğun olduğu, kadınların ilk zamanlardaki cesur üye olma tavırlarının yoğun olduğu ve eylemlerde çok önde ve yönetimlerde de görev alma durumlarının, politik bilinç nedeniyle yüksek olduğu dönem. Bu kadrolar 1980 öncesinin kadroları. Tamamı bir politik süreçten gelmiş, politik bilinci yüksek, darbenin çıkışını, 1989 Bahar Eylemlerini, kamu çalışanı hareketini, kendisini okuyabilen ve bulundukları yerde son derece güvenli duran, kadınlar açısından sendikanın sahiplenilmesinin modelleri haline gelen bir kadromuz vardı. Az sayıda kadın şube başkanımız vardı. Ankara şubemizde sevgili Nurten vardı, Denizli’de Nursel Hocamız vardı, adlarını, en görünür büyük şubeler olduğu için söylüyorum. Bu model, kadınların üye olmaktaki isteklerini artıran bu modeldi.

Bütün eylemlerde en öndeydik.  Kamu çalışanları sendikalarında diğer sendikalara göre, daha fazla kadın görebiliyorduk. O zaman Tüm-Bel-Sen Genel Başkanı Vicdan Baykara’ydı.  Vicdan’la birlikte ilk dönemleri veya ilkleri yaşadığımız bir süreçti. Başka kadın sendika genel başkanımız yoktu. Bütün başkan profilleri çok güçlüydü. Temsil kabiliyeti itibarıyla söylüyorum. Örgütün içinde de meselâ erkekler tarafından 8 Mart tartışmaları biraz dudak kıvrılarak “Aman geldi yine 8 Mart” deyip, genellikle tartışmasından imtina edip, uzaktan bakıp “Bizim çizgimize uyuyor mu?” deyip, kadınlar adına yoklamalar yaptıkları, katkı sunmadıkları, bir miktar “Kadınlar kendi işlerini kendileri yapsın” dedikleri bir süreç. 

Burada feminist hareketten, 1980 sonrası kadına yönelik şiddete karşı eylemlerin içinde olan kadın arkadaşlarımız da vardı sendikada. Bunları genellikle anmayız ama onların, dirençli durmaları nedeniyle tartışmalara müthiş bir katkısı vardı. Bu tartışmalar zenginleşerek ilerledi. Açıkçası yönetici olduğum dönemdeki görev alanımın örgütlenme olması nedeniyle, daha karma bakma zorunluluğunda olanlardan biriydim. Örgütlenme, örgütsel profil, vb. aklım daha çok böyle işliyordu. Bir anekdot olsun, örgütün formunu anlamak için. Bizim bir Başbakanlık eylemimiz vardı burada. Tarihi bir eylemdir. Büyük olan polis ve asker barikatını büyük bir kitlesellikle aşıp Başbakanlığın önüne geldiğimiz bir eylemdir. Bir yürüyüşten sonra geldik. İstanbul kolunda da ben vardım. O kolun sözcülerindendim zaten. Üç beş gün yürüdük geldik. Bir tayt giymiştim siyah, kaç gündür yollardayız, ayaklar perişan. O zaman yürüyüş uzun. Bayağı bayağı yürüyoruz. Otobüs falan da yok. Burada kürsüde iki kişi mikrofonu kullandık. Kürsüden inerken, beni reddetme eğilimi gösteren bir şey hissettim. Yani örgüt kabul etmişti bir kadın kimliğini. Sonradan şunu öğrendim; Anadolu’da bir şubede “İlknur bacı çok iyiydi, ama o taytı giymeseydi iyi olacaktı” denen bir tartışmaya dönüşmüş. Seni çok başarılı görüyor, kadın olmana rağmen başarılı görüyor ama tayt giymeseydi. Yoldan geldiğim için değiştirme şansım yok, “Niye değiştireceğim” diye düşünmüştüm ama böyle konuşulmasına da bozulmuştum.  

Çok saygıyla anmamız gereken kadın yöneticilerimiz vardı, tartışmaya katkı sunan, zaman zaman farklı uçlarda olsa bile katkı sunan ve bu cenderede gelişmemizi sağlayan birikimli eski yöneticilerimiz vardı.  Sendika içinde kadın varlığı ve kadın bilinci, bir başka yere evrildiğinde, sendikal hareketi çok daha fazla geliştireceği fikrinin ipuçları görülmeye başlandı. 

Açık söylememiz lazım gelir: Kamu çalışanları hareketi sosyalist grupların, politik grupların dinamizmi üzerinde yükselmiştir. Onların iteklediği ama kitlenin de onayını verdiği güven ilişkisiyle sürükleyici olmuştur. Bu politik grupların kendi içerisinde ülkeye ve birtakım konulara ilişkin yaptıkları tartışmalar her daim sendikal hareketi etkilemiştir. Kadın meselesi 1995’ten sonra KESK’te daha belirgin başlıklarla, tartışıldığı her kadın kitlesinde bir iz bırakarak, bir süre sonra da bilince dönüşerek, ilerlemiştir. 8 Mart’ların kendisine kilitlenmiş, o tarih geldiğinde kadınların öne çıktığı ve uç tartışmaların bazen örgüte tesir ettiği, zenginliği ortaya çıkarmamıza zaman zaman engel olan, uçlarda gibi görünse bile; bu tartışmalar örgütü bir kadın bilincine doğru iteklemiştir. 

Burada Kürt hareketini, Kürt kadın hareketini ve bu tartışmaların kadın bilincinin ve kadın özgürleşmesi meselesinin biraz daha irileşmesine yaptığı katkıyı söylemeden, süreci anlatmanın imkânı yoktur. Sosyalist hareketin içinde, feminist hareketin kadın bilinci oluşmasına yönelik iteklediği tartışmalar olduğu gibi, Kürt hareketinin, kadın kurtuluş hareketinin bir yorumu olarak Kürt kadın hareketinin de büyümeye başlaması, yanı başımızda gerçekleşirken, bizim bunun bir emek diline, bir sınıf diline, bir sendika diline çevrilmesinin taşlarını döşediğimiz ilk zamanlardır bu aslında, bugünden bakınca. 

Daha acemice, el yordamıyla bazen birbirine çemkirerek, kırarak, bazen ötesini getiremediği klişe kavramlarla tartışarak, sorgulamadan, genel dünyayı anlamada kendini bir takım yerlerde konumlayarak ama bizim kamu çalışanları hareketinde kadın kitlesinin çokluğunu anlamamıza, bunun itekleyiciliğini bir süre sonra kavramamıza, bunun sendikal hareket içinde ve sınıf hareketi içinde artık yaşadığımız çağda çok önemli bir kitle olduğunu, sürükleyici bir kitle olduğunu kavramamıza yardımcı olan gelişmelerin mayalandığı, süreçlerdir. 

Bunun içinde, eksik ve yanlış yaptığımız dünya kadar iş var.  Aman çok tartışma çıkmasın da millet birbirine girmesin, biri ‘’Dünya Emekçi Kadınlar Günü’’ desin, öteki de ‘’Dünya Kadınlar Günü’’ desin, deyip geçiştirdiğimiz çok zamanlar da oldu, pankartımızı erkeklerin taşıdığı bir karmaşadan geçerek. Zaten öyle değil midir? Bunu yaşamadan süzülmek çok mümkün değil. Ama hegemonyamız, fikri kaynaklarımız çok sağlamdı, o zaman fark etmiyordum. Feminist hareketin ittiriciliği, Kürt kadın hareketinin her düzeyde boyutlanması, sosyalist hareketlerin kadın bilinci ve kadın sorunu üzerine tartışmalarını yoğunlaştırması, bütün bunlar aynı zaman diliminde olan, yaşarken çok anlamadığımız bugünden baktığımızda aslında bu sürecin kadınları, kamu çalışanları hareketi içinde var eden, onlara kimlik kazandıran, kadın bilincine dair hem söz söyleten hem de davranmaya iten önümüzdeki dönemin mayalandığı zamanlardı bunlar. 

1995 sonrası KESK’in kuruluşundan sonra ben İstanbul’daydım ve görevden atılmıştım. Cezaevinden çıktıktan sonra, cezaevinde Avrupa kadın hareketinin; benim cezaevine giriş sürecimde ve kaldığım süre içinde, sonrası da dahil olmak üzere özel ilgisini ve sahiplenmesini gördüğümü söyleyebilirim. 1998-1999 döneminde. Planlanmış bir şey miydi? Hayır. O mayalanmış şeyin üzerinden! Farkında mıydık? Hayır! Bugünden geriye doğru bakınca aslında içinden geçip, fark etmediğimiz bu dönemin içinde, bir kadın dayanışması fikri mayalanmaya başlamış, gururla anarım. Benimle ilgili dayanışmayı, içinde benim olmadığım, kendiliğinden bir doğallıkla programlamışlardır ve çok yüksek bir sahiplenmeyle… Gururla andığım bir şeydir. Ben kadınları hep yanı başımda hissettim. Bana hiç uzak değillerdi. Bazen kendi gruplarına rağmen, kendi gruplarındaki erkeklere rağmen yanımdaydılar. Bağımsız birçok organizasyon yaptılar, onlar yazmaz bir yerde. Erkek bariyerlerini aştılar. Dayanışma gecelerini, yapılma biçimlerini, birbirleriyle kurdukları özel organizasyonları, şahane bir kadın dayanışmasıydı. Avrupa’dan da, Dünya Kadın Birliğinden, çok yüksek destek aldığımı hatırlıyorum. Yaşarken çok farkında değildim. Sonradan baktığımda anladığım bir şeydi. 

1995’ten sonra KESK’in kuruluş tartışmalarında yer aldım. İçinde bulunduğumuz durumda, bir emek hareketinin nasıl yorumlanması gerektiği ve bizim nasıl bir konfederal örgüte sahip olmamız gerektiğine ilişkin tartışmalardı bunlar. Kuruluş kurultayı yaptığımız yerde, kürsüden sözcülüğünü yaptım. O tartışmalarda kamusal alan içinde kadın emeğinin varlığı, dünya sendikal hareketi, işçi sınıfı hareketi, Türkiye’de kamu çalışanları, Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde kadın varlığının önemine dair girizgâh yapmışız. Şimdi baktığımda  görüyorum. Daha yatay, daha demokratik örgüt modelleri önermiş, hiyerarşik olmayan örgüt modellerini tartışmışız. O kabul edilmedi ama. 

Ben cezaevinden çıktıktan sonra 1999-2000 yılında, görev dışı kalıp da işsizlikle malul bir süreç yaşarken, 2000 yılı Dünya Kadın Yürüyüşü tartışmalarının içinde oldum. Çok doğrudan içinde oldum. Benim için de kırılma noktalarından bir tanesidir. Politik kimliğimi tarif ettiğim grup açısından da öyledir. Dünya Kadın Yürüyüşünün örgütlenmesi meselesini tartışırken, 1999 depremi sonrasıydı, birbirimizi de kırdığımız bir süreç yaşadık. İstanbul KESK’in içinde olduğu, yerellerde bir şey kurulmaya çalışılıyor vs. KESK’in nasıl pozisyon alması gerektiğine ilişkin tartışmalar var, siyasal alanda yeni oluşumların iç gerilimlerinin yansımaları var. Böyle bir kargaşa dönemi. O dönem 2000 yılındaki bu çalışmada kilit tartışmalarımız vardı. Kilit tartışmalardan biri de kadınlarla yürüyordu. 

Hem üzüntülü hem özeleştiriyle hatırlamamız gereken bir süreçti. Metinlerin Kürtçe okunup okunmamasıyla ilgili  kilit tartışmaların çok olduğu ve bütün kadınların birbirine girdiği bir süreçti. Hem de bir yüzleşme sürecidir. KESK de önemli bir varlıktır orada. Organizasyon içinde çok önemli bir temsiliyeti vardır. Yaptığımız tartışmalardan çıkardığımız eylem, İstanbul’dan Ankara’ya bir yürüyüş gerçekleştirmek oldu. Tema yoksulluktu, deprem ve depremin yarattığı yoksulluk ve kadın mağduriyetinin de dile gelebileceği bir yürüyüşün politik karşılığı olduğunu düşünen bir grup arkadaşla, yürüyüş organize etmiştik. 

Ankara’da bir miting gerçekleştirecektik. Ankara’da yoğun tartışmaların yapıldığı, üzücü tartışmalar yaptığımız, insanların birbirini kırdığı, kadınların birbirini kırdığı, aslında bir eleştiri olarak baktığımda erkek egemen bir bakışın emarelerinin de görüldüğü, kadınca tartışmaktan daha çok, politik giysilerimizle cevaplamaya çalıştığımız… Birtakım kırılmalara yol açan usullerle yapıldı tartışma, diye düşünüyorum, bugünden baktığımda. Ama o bile bir kırılma anıdır. Türkçe metin ve Kürtçe metin… 

Ankara’da, Kürtçe metin o güne kadar okunmamış. Radikal bir tutum. İstanbul’da okunmaya başlanmış idi, daha kolay kabul ediliyordu. Ankara’da okunmadığı için anlamını bulmayan bir direnç vardı. Bir bölümü “okunmalı”, bir bölümü imtina etmeye çalışıyor çok da mantıklı gelmiyor. Bu dirençler içinde kadın yürüyüşündeki Ankara mitingimizi yaptık. Sonra arkadaşlarımız Brüksel’e gitti. Brüksel’deki yürüyüşler gerçekleşti ve bildiğim kadarıyla dünyanın en kitlesel işlerinden biri oldu. 

Aynı şey 2005 yılındaki Dünya Kadın Yürüyüşünde de oldu. Çok kitlesel bir eylem yaptık. Avrupa merkezli, uluslararası kadın hareketinden temsilcilerle temaslarımızın yükseldiği zamanlara denk gelir. Biz o zaman KESK’in kadın temsilcileriyle birlikte Dünya Kadın Yürüyüşünün uluslararası toplantılarına da katılıyorduk. “Kadın mücadelesi açısından çok mu zayıfız” diye düşünürken, orada gördük ki; biz ciddi olarak ilerideyiz. Çünkü 1995-2000 arası KESK’in; süt izninin kazanılması ile ilgili, kıyafetle ilgili ve örgütte kadınlara ait bir sekreterliğin oluşumuyla ilgili yaptığı her tartışmayı,  bir sonuca bağladığını görüyoruz. Somut  örgütsel mekanizmalara oturtma!

Kadınlar sadece kadınlarla yan yana gelip, kadın olmaktan ve kadın emekçi olmaktan kaynaklı sorunları birlikte konuştuğu birliktelikler oluşturmaya başladı. Kadın Kurultaylarımızı yapmaya başladığımız ve kadın sekreterliğinin oluşmaya başladığı dönemlerden bahsediyoruz. Bu şu demek aslında; 1992-93-94’lerde kendi politik grubu içinde dahi, kadın tartışması yapmayan her grubu itekleyerek buraya getirmiş tartışmalar. Bütün bu etkiler, kadın bilincinin gelişmesini, kadına ait özel sorunların bilince çıkmasını, kadın emeğine ait problemlerin değerlendirilip örgütlenmeye kanalize edilmesini sağladı. 2005’te çok kitlesel eylem yaptık. KESK’in etkisinin yoğun olduğu zamanlardı. Analım Sevgi Göyçeyi. Biz bir yıl mesai yaptık 2005’i organize ederken. Birbirinden farklı yaklaşımlar. İşi liberalize etmek isteyenlerle, bunu yeterli görmeyip radikal önerilerle gelenler. Bu yılı Sevgi’yle konuştuğumuzda, gülümseyerek anardık, bir yıl neredeyse her hafta Salı günleri toplanırdık, çok başarılı ve kitlesel. Dünyanın en büyük kitlesel eylemi oldu. Kürt sorununda barış ve demokratik çözüm olanakları tartışmasına, Kürt kadın hareketinin kadın özgürlüğü ve kadın kurtuluş mücadelesindeki yerini daha da büyüterek, bir ideolojik ve fikrî zemini büyüterek, onun örgütlerini, kurumlarını etki alanını genişletecek şekilde de büyüttüğü bir evrede yapıyoruz bu tartışmaları. Dolayısıyla Kürt sorunu başta olmak üzere, her kadim problemin, kadınca diline katkının da yoğun olduğu ve zemin olduğu dönemlerden de söz ediyoruz. 

Orada gelişen bir şey de belki farkına varmıyorsunuz ama emek alanı etkileniyor. Emek alanında gelişen bir şey, bu tarafı etkiliyor. Feminist hareketin yaptığı bir tartışma, bir gündem, kadına yönelik baskıyı bertaraf etmek için öne aldığı gündemler, diğer kurumları da etkilemeye başlıyor ve tartışma büyüyor. 

KESK nihayetinde emekçi sınıflar içinde, işçi sınıfı hareketi içinde kadın emeği ve kadın kurtuluş bilinciyle yoğrulmuş bir kadın emeği mücadelesini süzmüştür, örgütlemiştir ve örgütsel mekanizmalarında temsiliyet olarak da gerçekleştirmiştir. Bugün artık geriye  döndürülemez bir yerdedir. Bir tek problemi vardır, çünkü her ileri atak bir süre sonra kendine ait bir statüko da yaratır. İçinden geçtiğimiz dönemde, bu dönemi aşacak politikalar konusunda daha canlı, ileri, cesur, bazen grupsal aidiyetlerin kendisini aşıp kadın emeği, bilinci, kadın kurtuluş mücadelesinin ilkelerini bir miktar daha kavurduğumuz, bizi daha cesaretli kılan ataklara çok fazla girmiyoruz. Her ileri atak, kendine ait bir statüko oluşturuyor. Kadın mücadelesinin en tehlikeli noktası budur. İktidarcı yaklaşımdan, demokratik bir hayat fikrine; emek, beden, kimlik özgürleşmesini sağlayan demokratik bir hayat fikrine en yakın kesimden, çok çabuk statükoya çevrilebilir, iktidarlaşabilir. Bunun panzehiri yok. Geleneksellik sirayet ediyor, geleneksel örgüt kalıbı! 

Kadınları örgüt içinde var ederken gösterdiğimiz dinamizm ve değiştirici gücü bazen biz kendi elimizle de tıkayabiliyoruz. Güvendiğim bir şey var. Emek hareketi içinde bununla en kolay yüzleşecek olan kesimler, kadınlar. Yüzleşme adımını attığı anda, en kolay değiştirici bir güç olanlar da kadınlardır. Bir de Türkiye toplumunda meydana gelen değişiklikleri kadın bakış açısıyla daha kolay kavrayabilen bir zeminimiz var. Bazen genel politik gündemlerin içinde bu öngörüyü yeterli cesaretle ifade edemediğimiz için kelimeleri ve cümleleri sıradanlaştırdığımız, genelin içinde, bu kadın bakış açısını kaybettiğimiz bir duruma büründürmeye başladık. Bu aslında örgütün içindeki kadının varlığını da sıradanlaştıran, kısmen zaman zaman ötekileştiren, kendi kendine ötekileştirmekten söz ediyorum, buna bir erkek aklının değmesi gerekmiyor her zaman. 

Yine de bütün hareketler içinde kendini keşfetmiş olan ve herhangi bir hak kaybında diğerlerinden daha kolay harekete geçen bir kadın kitlesinin var olduğunu, içinden geçtiğimiz süreçte örgüte üyelikle bağlı olan kadınlarla, kadın kurtuluş mücadelesine bağlı olup, onun bilinciyle donanmış kadınlar arasında bir mesafe oluşmaya başladığını, bunu hızla  giderecek önlemleri, tarihimizden de örneklerle ele alıp, hayata geçirmemiz gerektiğini, ama bunun için hapsolduğumuz çeşitli alanlardan özgürleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. 

Şöyle der büyükler, eskiler: “Bazen ilerlemek için bazı adımları kendine rağmen atman lazım, yok olmayı göze alarak.” Yok olmayı bile göze alıp, büyünebilir ancak ve yeni bir dönem karşılanabilir. 

Sanki ufukta, biz istesek de istemesek de bütün bu çatışma dinamikleri, bütün bu gerici, erkek egemen, siyasal İslamcı ve dibine kadar piyasacı yeni rejimin bizi iteklediği yerin orası olduğunu düşünüyorum. Geç farkına varmamamız lazım, bilince daha erken  çıkarmamız ve kesinlikle kendimize kurduğumuz politik çitleri, bu çitlerin içinde yarattığımız statükoların kendisini, cesurca aşabilmemiz lazım. 

1988 yılından beri içinde yer aldığım, binalarında tuvaletini temizlediğim, bardaklarını yıkadığım, anılarını hayatımın en güzel anıları haline getirdiğim Türkiye tarihine, aynı zamanda dünya işçi sınıfı tarihine de bir yeni dönem sınıf hareketi modelinin ortaya çıkmasını sağlayan, bu tarihte küçücük bir katkım var ise, bir pirinç tanesi kadar, onurla taşıdığım budur. Onun için de bu tarihi birlikte yol yürüdüğüm, birlikte sabahladığım, birlikte cebimizdeki son kuruşla Anadolu’nun bir kentinde emekçilerle buluşmak üzere yol yaptığım, fikirlerinden zenginleştiğim, yanlarında öğrendiğim bütün kadın arkadaşlarıma, kaybettiğimiz, halen yaşayan bütün kadın arkadaşlarıma borçluyum. Borçluyuz onlara. 

Dolayısıyla böyle bir sözlü tarihte, adını andığımız anmadığımız, bedel ödemiş, bedel ödediğini hiçbirimizin belki de bilmediği, binlerce kadının alın teri ve emeği var. Bugün aslında böyle bir çalışmanın kendisi bize ve yeni kadrolara, genç kadın arkadaşlara sürece nasıl sarılmaları gerektiğini kısmen gösterebilir. 

Hiçbir şey bir ve aynı olmaz. Bu, bugünün kendine ait özellikleriydi. Bugünü iyi okuyarak ama yapılabildiğini görme güvenini, böyle bir tarihe baktığında, olabiliyormuş duygusunu alabilecekleri bir tarih okuması yapılması çok önemli. 

KESK’li kadınlar, işçi sınıfı hareketindeki kadın tartışmalarını etkilemiştir. Hep es geçilen şeylerden biridir: Eğer işçi sendikalarında, son derece erkek iktidarcı durumun olduğu bu sendikalarda bile, formel bile olsa kadın komisyonlarının, kadın masalarının ve kadına ait özel çalışmaların yapılma ihtiyacı duyuluyorsa, hiç mütevazı davranmayalım! Kamu çalışanları hareketinin içindeki kadın arkadaşların, kadın mücadelesini emek diline çevirmesinin, etkileyici  rolü ve katkısı vardır. İşçi sendikalarının gördüğü ilk kadın yöneticiler belki de bizlerdik. Kavga eden, onlarla fikir yarıştıran… 1990’lardaki Demokrasi ve Emek platformlarının toplantılarına temsilen giderdik. Bir tek KESK’ten gelirdi kadın, başka bir yerden gelmezdi. O gözlerindeki bakışı unutmuyorum ki. “Siz kim oluyorsunuz’’ diyen bakışlarla yapardık o toplantıları. 

Kılık kıyafetle ilgili olarak, 2001’deki pantolon eylemini hatırlıyorum. Çok radikal bir karardı. Karşılaştırma yapmıyorum, asla, aynı olduğundan da söz etmiyorum. 24 Aralık İş Bırakma eylemi kararı aldığımız geceyi hatırlıyorum. 1979’da TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) maaş boykotunu konuştuğumuz ve bunun kadar önemli bir eylemdi. Bugün anlaşılmayabilir ama saatler boyunca bu kararı alıp alamayacağımızı tartıştığımız bir dönemden bahsediyorum. Çünkü darbe sonrası, boykot nedeniyle işten atmaların olduğu bir dönemdi. Pantolon eyleminin kendisi, kadınların fark edilmesi, sendikal siyaset, bir kadın gözü ve kadın sorunu merkezli bir bakışın ipuçları olması nedeniyle, aynı durum olmasa bile bir o kadar radikal bir karardır.

Şimdi komik geliyor ama altı üstü pantolon giyip, okula gideceğiz. Devrimdir. Koca bir statükoyu kocaman bir geleneği bozuyorsunuz. İçinizdeki canavar çıkıyor o zaman. Dolayısıyla meselâ memurluk denilen kavramı, derdest ediyorsunuz. Kimse burasından tartışmıyor. Biz kamu emekçisiyiz, memur değiliz. Ortak çalışanlar yasası istiyoruz, biz emekçiyiz, işçi sınıfının parçasıyız, memur kavramını kullanmıyoruz ve bunu yazıp çiziyoruz. 

Memurluk sözünü sepete atan belki de ilk eylemdir bugünden bakıldığında. Devletin ideolojisi simgelerle ayakta kalır. Doksan yıllık rejimin kendine ait memur kimliği, aynı zamanda giydirdiği simgeler bütünüdür o. Kravatını takacaksın, kadınlar döpiyeslerini eteklerini, hatta dizinden bilmem ne kadar altta olması kaydıyla eteklerini giyecekler ve benim işimi bu kıyafetle yapacaklar. Benim elemanım olduğu da böylece belli olacak. Toplum böyle görmüyor muydu? Kravatlı gördüğünde  ’’evet bu memur’’ diyor. 

Bu eylemi tarihteki yerine oturtacaksak, memur kavramıyla hesaplaşma. Emekçi kavramıyla barıştığı, emekçiliğin özgürlük dünyasıyla barıştırılıp, memurluğu derdest ettiği simgesel bir eylemdir. Ne kadar katılım olduğunun hiçbir önemi yoktur. Katılım oldu buna. İçerden bir dinamizmin ürünüydü. Çok önemli olduğunu, bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Yine, bazen yaptığınız bir şey sizin dışınızdaki yerleri o kadar etkiler ki. Son on yıldaki kıyafet tartışmaların düşünelim. Kaynağı nerede bunun? Eğilip bükülüp başka bir yere getiriliyor, onu söylemiyorum. Kadın bedeni üzerinden biçimlenmesinin kendisinin reddediş olduğunu gösteren son derece radikal eylemdir o tarihte yapılması itibarıyla. 

Örneğin kadınlarda doğum ve süt izni… Kadın emekçilerin kâğıt üzerinde bildiği şeylerdir ama o formda hiç düşünmeyebiliriz. Meselâ “ayıp” bir durumdur süt izni, hak değildir. Yazar orada ama kadın emekçinin, amirine bunun için gitmeye bile utandığı bir atmosferden bahsediyoruz. Bu süt izninin kullanılma fikri, aslında işçi sınıfının bir kazanımı olarak, kadın emekçilerin bir kazanımı olarak bilince çıkmasının eylemidir aynı zamanda. Bugün artık okullarda, maliye işkolunda, adliyede kadınlar doğum iznine ek olarak, ‘’ben süt iznimi’ de kullanmak istiyorum” lafını edebiliyorsa önemsiz gibi görünen bu meselenin, meşruiyet kazandırdığı bir kadın mücadelesinin içinden geliyor. Bu bir kazanımdır. Bu saatten sonra hafızanın kaydettiği bu şey geri döndürülemez. Engellenmek istenebilir ama döndürülemez. Çok önemli kazanımdır. 

Sendikal tarih içerisinde çok önemli olan ve tarihe damga vurmuş iki eylemden söz etmek istiyorum. Bunlardan birincisi; Sivas katliamının olduğu yıl, yine illerden Ankara’ya yürüyoruz. Ben İstanbul’dan Ankara’ya yürüyorum. Çok onur duyduğum bir tepki olduğu için söylüyorum. Bizi Düzce’de çok fena dövdüler. Bir iki arkadaşımızın kolu kırıldı. Çok direngen bir topluluktu ama. O zaman emniyet müdürü 12 Eylül’ün işkencecilerinden. Biz görevli ekip, o arkadaşlarımızın sağlığıyla ilgilenmek üzere Bolu’da hastanelere gittik. Toparlanmaya çalışıyoruz yola devam edeceğiz. Sendikal hak ve özgürlüklerimiz, toplu sözleşme ve grev hakkımızla ilgili Başbakanlık önünde bir eylem organizasyonu, yıl 1993’tü sanıyorum. Düzce’ye geldik, o zaman Düzce il değil, ilçe. Her zaman yürüdüğümüz yer, normalde problem çıkmayan yerlerden biri. İçerde orman işçilerinin direnişi var, biz “orayı ziyaret eder geçeriz”, diyoruz, içeri girmek istiyoruz. Ben sözcü olarak emniyet müdürüyle görüşüyorum, tıknaz ve kısa boylu biri, bir garipti ama. ‘’Giremezsiniz’’ diyor. ‘’Bu kadar yol yürüdük, her yere girdik, bir problem olmadı Düzce’ye ne oluyor?’’ diyorum, emniyet müdürü bana sürekli ‘’giremezsiniz’’ diyor. Belli halinden, bir tuhaflık var. Sonradan anlıyoruz bunu. Güldük önce, sonra sinirlendim. ‘’Hocam giremezsiniz içerde tecavüz ederler’’ diyor. “Taciz edilirsiniz”, demek istiyor. Emniyet müdürü Sivas’la ilgili bilgiye sahip, biz bilmiyoruz. Onu da fark etti büyük ihtimalle. Panikten dili dolanarak konuşuyor. Büyük şiddet gösterdiler. O günkü buluşma noktamız hâlâ espri konusudur, Kara Memedin Yeri, diye bir yerdeydik. Böyle sağ kesimin ve kamyoncuların gittiği bir yer. Televizyonda o zaman gördük, haberimiz yoktu Sivas’ın yandığından. Her şeyin başladığı yerdir. 

Cep telefonu yok o zamanlar, normal telefonla görüşebiliyoruz, senkronize bir biçimde bütün yürüyüş kolları merkezler,  birbirimizi görmesek de bütün genel merkez üyelerimiz, anında bulunduğumuz yerlerde eylemin adını değiştirmişiz. Bu artık anti-faşist ve faşizme karşı bir gösteri olacaktır, Ankara, herkes buna hazırlansın. 

O gün Ankara’ya girişimiz inanılmaz kalabalıktı. Kürsüyü ben kullandım. Hayatımın belki de kendimi şey.. hissettiğim zamanlardan biridir, çünkü 6,5 saat mikrofonda kaldım.   3 Temmuz’da Ankara’nın bütün sokakları, Türkiye’nin belki de o döneme kadar gördüğü en büyük anti faşist gösterisine, direncine sahne olmuştur ve bunu bütün yöneticiler birbiriyle konuşmadan halletmiştir. Sadece ayak üstü gördük birbirimizi. Dil ortaklığımız var. 

Çok büyük bir öfke ve kararlılıkla sendikanın lafı bile edilmemiştir. Yani derhal kendini politik gündemin kendisinde konumlayabilme kabiliyeti olan bir durumdan bahsediyorum. Bunun için mayanızın sağlam olması lazım. Fikrî temellerinizin de sağlam olması lazım. Hiçbir esneme olmamıştır orada.

Benim açımdan, sendikal tarihe damga vurmuş ikinci eylem ise;  4 Mart 1998’de Sahte Sendika Yasasına karşı yine Ankara’da yapılan eylemdir.  Sabahtan geldiğimde KESK’teki yönetici arkadaşlar ‘’Görev verdik sana’’ dediler, havalar da çok soğuktu. Bir yazı gelmişti, yazıda şöyle diyordu: “Bütün kadrolar ne zaman biteceğini bilmediğimiz bir eyleme hazırlıklı olun!” Biz Ankara’ya böyle geldik, kaç gün kalacağımızı da bilmiyoruz. Hipodroma geldiğimizde, bunları gülerek anmamız lazım, hipodromda eski kadroları gördüm. Bir külüstür kamyon üstünde benimle Cengiz hocam vardı, öyle düzene sokuyorduk. Çıkartmamaya çalışıyorum. Polis… Bir şekilde deldik orayı. “Sen bu tarafa gel”, “Sen çekil, “Niğde Şube, sen bu tarafa çekil”, “Sen şu tarafa”. Bu iş böyle olur. Kendi iç meşruiyetinde bir duygu dünyasına girerek başlamıştı. Sonra çıktım dışarı. 

Bizim araç hareket edemiyor. Niye? Anahtarını polis çalmış. O zaman Alper vardı öbür tarafın başında. Bağırdığımı hatırlıyorum, “Alper kitleyi durdur” diye. Alper kitleyi durdurdu, kaldık öyle. Polis izin verecek, bu kez şoförü bulamıyoruz, gitmiş. “Bu arabaya çıkamazsınız, çok külüstür” diyorlar. Bu süreci geçtikten sonra barikat açıldı, Kızılay’a geldik. Kızılay’da yine bir garabet, bir engelleme yoluna geçtiler. Orada da kitle kararlı. 

Bir ara emniyet müdürünün, yukarda Cengiz Hoca vardı, bir Cengiz daha var, üçümüze şöyle dediğini hatırlıyorum: ‘’Kitleyle iletişimi sağladığınızda ‘Biz de işin ucunu kaçırdık’’’ diyor, ne yaptıysak. Polise ‘’Ne biçim konuşuyorsunuz,’’ diye bağırıyoruz’. 

Kitlenin içine girmişiz, polis “Çekin adamlarınızı” falan diyor, restleşiyoruz. Buraları da aştık. Kürsü Kızılay meydanına kuruldu. Halaylar dönüldü öğlenden sonra. Ben dışardaydım, tekrar kürsüye çıktım arkadaşlarla. Saat dördü yirmi beş geçiyordu saate bakmıştım çünkü. Aracın üzerinden biz de hızımızı alamayıp konuşuyoruz. Aracın üzerinden İzmir Caddesinin orda galiba asker, polis kitleye vurmaya başladığını,  yukarıdan  oralarda,  uzaklarda bir şey olduğunu  görüyoruz. “Arkadaşlarla bir şey oluyor galiba” deyip konuşuyoruz. Sevgili Faysal (Özçift) vardı, Cengiz vardı, o an yönetimde olmayan eskilerden bir grup vardı, bu eski grup yönetici değil, eski emektarlar. Bir şey oluyor galiba? Ne olacak? Yönetimi çağıralım, ne yapacağız?  Biz kendi aramızda  “Ankara halkını çağıralım” diyoruz. 

Bu arada yönetimden arkadaşlar geldiler. En son hatırladığım Altı Nokta Körler Derneği gelmişti, aşağıda duruyorlardı. Biz birbirimizle de konuşmadık,  böyle yapabilir miyiz diye. Her birimiz ayrı politik gruplardanız. Altı Nokta Körler Derneği ile birlikte karar verdik, onların hemen kenara alınması konusunda. Bir de iş zıvanadan çıkınca, mikrofondan konuşuluyor her şey. “Arkadaşları çekin”, yöneticileri çağırın, Ankara halkına çağrı yapalım” dedik. Ankara halkına çağrı yaptık, herkesi Kızılay’a çağırıyoruz. Sonra bir aşamasında emniyetle -o da ironik bir şey- karşılıklı atışmaya başladık kürsüden. Oradan megafonda değil, onların ses sisteminden, “Emniyet konuşuyor” cümlesini söylediğimi hatırlıyorum.” Size süre şimdi. Biz yakmaya, yıkmaya değil, hakkımızı almaya geldik, bütün halk burada.” Yasayla alakalı süreç. Bu arada bütün bu ajitasyon konuşmalarını yaparken kendi aramızda da konuşuyoruz. En sonunda kitleyi oturtalım dedik. Ben mikrofonu aldığımda “Herkes yüzünü Meclise dönüyor” diye bir cümle… Çok erkeksi şeyler bunlar, bunu söylemem lazım. Kadınca görünmeyebilir ama niye görünmesin onu da söylüyorum. O andan sonrası inanılmaz bir sahneydi. Bir de meselâ artık ne dediğimizi hatırlamıyorum. Herkesin o dört arkadaşımız… iki mikrofon, biri yoruluyor, diğeri alıyor. En son birinin şöyle bağırdığını hatırlıyorum. ‘’Oturalım’’ Kitle oturuyor, su sıkıyor polis. Biz savaş yönetir gibiyiz. Savaşıyor gibi, hakikaten kendimizi öyle hissedebileceğimiz bir ortam. Biri aradan kalktı görüyorum oradan. “Otur yerine!” diye bağırdığım hatırlıyorum. “Ön sıra arkaya, arka sıra öne”. Bu hallerde ve bütün bunların yanında, ajitasyon konuşmaları. Sonra niye öyle bağırdım diye vicdan yaptıysam, aklımda kalmış. Ağır konuştuğumuzu hatırlıyorum. Bana o bir kelimeden dolayı “müebbet vermeleri lazım” diye düşündüğüm zaman olmuştu. İlk gaz bombasını kullandıkları yerdir. Devlet öyle bir devlet ki! O bombayı attığı ilk yer arabanın içidir. O bombanın gelişini hatırlıyorum. Bizimle kitlenin irtibatını koparmaları gerekiyordu. İnanılmaz bir güçtü. Emekli öğretmenleri gördüm. Kayseri’den emekli olduklarını biliyorum. Zamanında yöneticilerdi. Hepsi emekli, hepsi gelmiş en ön sıradalar. Bu örgütün kuruculuğunu yapmışlar şimdi yaşları kemâle ermiş, torun sahibiler, onları en ön sırada gördüm, gençleri arkaya itiyorlardı. Böyle bir sahiplikten, böyle bir duygudan. Gaz bombası geldiğinde şunu hatırlıyorum, biz de daha önce yaşamamıştık. İlk gaz bombasının etkilerini sonradan bayağı hissettik. Merdivene düştüğümü hatırlıyorum. Kapalı kasa kamyondu. Çatışmalar başladığı zaman içerde kaç kişi var bilmiyoruz, dışarda ne oluyor bilmiyoruz. Gerçekten ölüyoruz yani. İçeride gaz bombası var çünkü. Gazın çıkacağı hiçbir yer yok. Karanlıktan da göremiyoruz. Ciğerimin çıktığını hissediyorum, gidiyoruz yani. Araba hareket etti bir süre sonra, kasası açıldı. Bizi böyle bir hor diye aldılar on kişiden fazla vardı. Bizi birinin tuttuğunu hatırlıyorum. Çok iri yarı bir polisin tuttuğunu hatırlıyorum. Kızılay’ın ortasında tutuyordu. O esnada bir grup arkadaş, kimler olduğunu bilmiyorum, gelip polise müdahale etti, polis de onlara cevap verirken, beni bıraktı. 

Oradan çıktım. YKM’nin oraya doğru gittim. dört kişilik bir grup, Ege bölgesinden olması lazım. Beni durdurdular. Bir kadın arkadaş kazağını çıkardı ‘’Sen bunu giymelisin’’ dedi. Kış, çok soğuk su ve gaz yedik biz. Kazağını giydirdi. Tanırlar alırlar diye. Kim oldukların gerçekten bilmiyorum. O kazağım hâlâ durur. O kollayıcılık, o dayanışma, o birbirini anlama hali. Konuşmadan ortak cevap verme duygusu. Sendika bir araç olmaktan çok bu örgütün varlığı, kendisi bir hakkın gasp edilmesine karşı direniş – sol, emekçi nereden bakılırsa bakılsın.  

Attığımız hiçbir adım yaptığımız hiçbir iş suya yazılmaz. En büyük kötülük, inanmadığına inanmış gibi yapmaktır. Anlattığım bu tarih sonuna kadar inananların üç cümleyle karşıdakine inancını geçirebildiği bir dönemin tarihidir. O yüzden direngendir. O yüzden bedel ödemek konusunda çeşitli düzeylerde önlerinde büyük bir saygıyla eğildiğimiz, bir dünya insanın emeğiyle harmanlanmıştır. Onur verici bir tarihtir. Bugünkülerin görevi de bu tarihin bilincine vararak ilerletmektir. Basit bir sendika olmaz. KESK olmaz MESK  olur… Mesele onu ilerletmektir. Duygusallaştım…

Sendikal çalışmalardan dolayı işyerinde hukuki ve idari güçlüklerle karşılaştım. Bunlarla baş etmeyi formüller geliştirerek buluyorsunuz zaten. Başından itibaren, öğretmenliğe ilk başladığım andan itibaren zorluklarla karşılaştım. Öğretmenliğe başladığım ilk yerde çektiğimiz azabın İstanbul’a tayin edildiğimde önlemini aldım. Birinci gün okul müdürüne, “Doğrudan sendikal faaliyet yürütüyoruz. Derdimiz devletle sistemledir. Şahsınızla ilgili, siz özel bir çaba sarf etmedikçe bir şey olmaz. Bir kahve ısmarlayın müdür bey” deyip konuşuyordum. “Sizinle sendikacı olarak konuştuğum anda karşınızda bir sendikacı olduğunu bileceksiniz, genelin hakkını savunduğumu bileceksiniz”. Eylem yapa yapa öğrendim böyle davranmayı. Ramazanda kantin açtırma, sendika üyelikleri yasal değildir, diyenlerin soruşturmalarını tiye alma, cezalardan.. şey yapmama çok önemli şeylerdir bunlar. O savunmaları vermek… Bahsettiğim ilk politik eylemin savunmasını verirken meselâ ben gergin değildim. Bütün müfettişler müdürler inanılmaz gergindi. Bu meşruiyet ile alakalı. O kadar meşru ve o kadar inanıyorsunuz ki; o sizin zaten o inanmışlığınızla çarpılıyor. “Her halde haklı” diye düşünüyor. Çok karşılaştım. Görevden alınmam en büyük engel zaten. Benim kişisel olarak görevden alınmam, memuriyetten menedilme sürecim, aynı zamanda kalan arkadaşlara gözdağıydı. 

Normalde çok daha ağır konuştuğum zamanlar ve yerler oldu. Çok özel bir kumpasla verdiler cezayı. Biraz sürecin dışına çıkarmak istediler. Çünkü veremeyecekleri bir ceza. Bir sürü numara çekmişler sonradan gördüğümüz kadarıyla. Hakikaten süreç dışı bırakmak. Ne alakası var, niye uğraşsın ki devlet seninle diye düşünüyorsun. Sonra bakıyorsun hem kadın olarak hem genç olarak bir sürü arkadaşımız benzer sorunlarla karşılaştı. Tecrübe ediyoruz. Okul içinde ben öğretmen olduğum için söylüyorum. İşyerinde örgütleme yaparken asla şöyle bir şey yapmadım. Bir bilince çıktıktan sonra, çalıştığım İstanbul’daki okulda eyleme gelirdi herkes, üye değildiler. İki yıl sonra hepsi tek tek kendileri üye oldular. Kendi öğretmenlerim vardı bunların içinde. Ama bir düzenek oturmuştu, dolayısıyla siz de bir çalışma, temsil etme, kurullarda örgütünüzü temsil etme, idari mekanizmayla karşı karşıya geldiğinizde haklılığınızı savunma, vb. yasaldır, değildir. Çok söylenirdi, “yasal değil” diye. ‘O sizin sorununuzdur” diyorduk. “Siz yasal olmamakla suçluyorsanız, dayandığınız şey cari yasalar. Biz ilerisiyle ilgili konuşuyoruz daha evrensel haklardan. O sizin sorununuz onu siz halledeceksiniz.” 

En komedisi Kütahya’daki olaydı. Akla, izana gelmeyecek “Niye halay çektin, niye şiir okudun, şiirde ne demek istedin”, vb. Her günümün eylemli geçtiği bir tarihte beni pişiremezsin. Tarikat cemaatlerinin 1988 yılında yuvalandığı bir yerde kıyafetimden dolayı, evime gelen gidenden dolayı beni yargılayamazsın. Ramazanda kantinin açık olmamasından dolayı her günü eylemli geçen bir süreç yaşıyordum. Kantini mi açmıyorsun, sana açık vermem ama duvardan atlarım çocukların gözü önünde olur bu, üçüncü günü kantini açarlardı. Sigara içemezsin. “Hayır, burada sigara içerim dövecek misin?” Kendinize ait bireysel çıkışlar da bulunuyorsunuz. Bunun prototipi yok. Bir; meşruiyetinize çok sarılmanız lazım, bunu hep beslemeniz lazım. İki; kişisel yaratıcılıklara müsaade ettiğiniz bir zemininizin olması lazım. O kadar ilginç şeyler vardı ki… Hatırlıyorum bizim bir öğretmen arkadaşımız, okul müdürünün masasının çekmecesini karıştırırdı. “Sen burada geçicisin nasıl izin veremezsin sendika şeyine. Hadi verme bakalım.” Bu kadar nefretle karşılaşınca, pervasızlaşıyorsunuz. Normal olduğunu söylemiyorum ama  zemin çok önemli.  Üç; yaratıcılığı kışkırtmamız lazım. İzin verecek bir zemin olması lazım. Onun güveniyle donanan kadrolar… Yaratıcılık, kadroların yetişmesi için çok önemlidir. Eğer sizin faaliyetiniz yirmi cümleden ibaret bir retorikten ibaretse, kadrolarınız ona bir şey katmıyor, ortamıyla yoğurmuyorsa bir süre sonra tükenmişlik başlar. Bu içinden geçtiğimiz dönem de böyle bir dönemdir. Bir ezber retorik var, çünkü her şey  kurulu. Bunu sarsmak lazım, bunun sarsılması lazım. 

Son dönem sarsan bir dönemdi ve engeller aklımın ucundan geçmezdi: “Bundan ne ceza verecek buna, ben itiraz edeyim mi?” Hiçbir arkadaşım da  aklından geçirmezdi. Oradan oraya sürerdi. Engellerle karşılaştık. Kadın olarak tabii ki karşılaştık. Erkek müdür seni görmek bile istemiyor karşısında. Kadınlığını aşağılıyor. Ama kişisel tarihimde şu ilişkiye asla müsaade etmedim. İş yerimde önemli olduğunu düşündüm. Biz en iyisini yapan olacağız her zaman. Asla bir açık bulamayacak karşı taraf ve çok güçlü konuşacağız idareye ve kendini baskın hissedenlere karşı. 

En iyi öğretmen biz olacağız, çocuklar en çok bizi sevecek, dersimize geç girmeyeceğiz. Dersimizi en iyi yapacağız. Bütün bunları yapacağız ama sendikal bir eylem yaptığımızda, bir kişinin gıkı çıkmayacak. Kendimiz için değil, daha çok çalışma hayatının sorunlarıyla muhatap olacağız, sendikalı kimliğimiz varsa. Şahsi ders programım, izinlerim. Ben fiilen izin kullanıyordum.  Anadolu’ya gitmemiz lazım, ben gidiyordum, iki gün gelmiyordum. Geldiğimde “Ne yapacağız diyordu” müdür. “Mazeret izni yazacaksınız” diyordum. Ben sendika izninden söz açınca, korkudan mazeret yazıyordu,  yeter ki “sendika izni” evraka geçmesin diye. Bir sürü öyle rapor, izin olmadan gittiğim şeylerin tamamına dilekçeyi veriyordum, sendikal iznimi kullanıyorum, diye. Onlar bu dilekçe kayda girmesin diye, mazeret yazıyorlardı. 

Ailemle ilgili çok bir sıkıntı olmadı ama etkileri oldu. Doğum olayımı  anlattım. Birinci çocuğum da beni göremedi çok uzun süre. 1995-1996’ya kadar. Sabah 6.30’da çıkıyordum evden, uyuyordu. Gece saat 12.30’da geliyordum eve, uyuyordu. Bazen bir çıkıyorduk Anadolu’ya, üç gün yoktum. Dolayısıyla Eğit-Sen ve Eğitim İş birleştikten sonra, sendika genel merkezi Ankara’ya taşındıktan sonra, çocuğumu kucağıma almaya çalıştığımda, kafasını çevirmişti. Beni etkileyen şeylerden biriydi. Çok küçüktü, yarattığı bir travma var. Kişisel olarak çok daha ağır. İlk dönemlerdeki ağırlıktı. 

Belki de şanslıydım. Annem, babam, büyük ailem… Ama orada da iradi karar verdim. Eşim, ben ve çocuktan ibaret çekirdek aile olarak yaşamayalım, deyip annemin evinin alt katına taşındım.  Çocuklarıma da o büyük aile içinde baktık. Diğer kadın arkadaşlar kadar sorun yaşadığımı söyleyemem. Çok büyük zorluğum olmadı. Ama zaman zaman hep dışarda olmanın ve ev içi hayatın hiçbir kuralının kalmadığı, birlikte yemek yemek, birlikte vakit geçirmek gibi bir düzenin olmadığı bir ortamdan söz ediyorum. Çok yüksek sitemlerle karşılaştım. Cezaevi sürecinin kendisi… kızım çok küçüktü…  Bunun yarattığı bir travma var. Ama kişisel olarak çok daha ağırını yaşayan arkadaşların olduğunu biliyorum. Eşim politik bir insan zaten. Çok  hazzetmediği zamanlarda sitemini söylemiştir ve tartışmıştır. Karşılaştırma yaparsam, kendi arkadaş çevremden biliyorum benimkisi hiçbir şey. tolere edilebilir bir şeydir. Annem babamın  elli, altmış yaşına da gelsem, her zaman “Uğraşma bu işlerle” dedikleri zamanlar oluyor. Arkadaş çevrem, birlikte mücadele ettiğim kişiler, okuldaki arkadaş çevrem saygı duyuyor ve şaşırıyorlar. Çok daha azını yaptıklarında evlerde çok daha büyük sorunlarla karşılaştıklarını söylüyorlar. O açıdan büyük çatışmaların olduğu çok azdır yani. Olmuştur ama. Bunu öyle güllük gülistanlık bir şey olarak da anlamasın kimse. Kesinlikle olmuştur. Anlaşılamama, “Niye bu kadar, niye sen?”. 

Şunu anlamıyorlardı: Ben okuldan çıkıp sendikaya gidip, bir an önce işlerimi yapmak isterken erkek arkadaşlarımdan “Bugün iş var mı, geleyim mi?” diyenler de vardı. Halbuki eşleri çocuklarına bakarken, (aynı yönetici arkadaştan söz ediyorum) ben gece 12.30’da tek başıma, güvensiz ortamlarda eve giderken gece saat 9.30’da gitmeyi tercih eden arkadaşlarımız vardı. Bunu gördüğümde… “Niye sen böyle yapıyorsun?… Hem kadın, hem annelik… çocuk görmüyor seni. Klasik derdidir annemin, babamın zaman zaman eşimin… “Çocuk görmüyor”… Ne zaman annede vicdanen azap yaratacak… Sonradan düşündüğümde, psikolojik olarak böyle… Bir kere daha söyleyeyim; diğer arkadaşlarımdan daha şanslıydım.

Hareketin ilk başındaki dinamizmin yaratıcılığın kendisinin bugün aynı biçimde devam ettiğini düşünmüyorum. Bugün âtıl olduğumuzu düşünüyorum. Meselâ bugün tahrik eden bir unsurumuz yok. Herkes birbirine benzesin istiyoruz, bu daha rahatlatıcı. Benzeme işi çok erkek fikirlerle anılabilir bir şey. Sözler benzeştiğinde, benzediğini sanıyoruz. Aslında yeni bir şey çıkaramıyoruz. Bunu mutabakat sanıyoruz, bunu ortak duygu sanıyoruz. 

KESK’in içindeki kadın çalışması şu an zayıflamış durumda. Bunu görüyor olmamız lazım. İlgi duymuyor kadın arkadaşlar. Bu alanda özel çalışma yapmak istemiyorlar. Dışarıda bir bağımsız kadın çalışması içinde olabiliyor, bağlı olduğu siyasi grubun kadın çalışması içinde olabiliyor ama sendikaya eski ilgiyi göstermiyor. Statükoya büründüğünde heyecan verici yaratıcı bir şey tetiklemediğinde, bu duygu birbirine geçmediğinde, kadınlarda yeni söz üremiyor. Belki de avantajı şu: Daha önceki dönemlerden farklı, KESK’in içindeki kadınlar çok kimlikli de oldukları için, bunu tahkim ettikleri çeşitli alanlar var, KESK tali kalıyor. Sendikal hareketin de şöyle bir durumu yok mu çok uzun zamandır: Bir siyasi konfora sahip.  Eylemini sözünü ürettiği zamanları hatırlıyorum. Korkunç bir zihin çalışmasıyla, nasıl anlatacağını, siyasal genel şeyle… bağını nasıl kuracağını çok yoğun tartışıyorduk. Ve bu da  aslında genel duruma  vakıf yapıyordu bizi. 

KESK’in toplumsal cinsiyet politikaları kadınları güçlendirdi. Meselâ biz bütün ders kitaplarını taradık. Komisyonumuz vardı. Eğitim-Sen üyesi birçok akademisyenle, özel uzmanlarla ve sendikanın kendi içinden çıkardığı ilgi alanı bu olan komisyonlarıyla ders kitaplarını taradık. Cinsiyetçi taramalar yaptık. Cinsiyetçi kavramların ağırlığını, ırkçı şovenizmle yoğrulmuş bütün her şeyi taradık.  O kitap duruyor. Kamuoyuna teşhir ettik, “Çok cinsiyetçi, şuralarda şu var buralarda bu var” dedik. 

Son periyotta meselâ kadınlarla birbirini bulma, samimiyet ve dayanışma gösterme hali vardı, ama genel kurullar sürecinde bu işin rengi değişiyor. Ortam bir anda, bizim de belki içinde olduğumuz bütün kadın arkadaşlarımızın da, bilinçli bilinçsiz dahil olduğu bir başka hava, rüzgar esmeye başlıyor. Biz kopuyoruz dünyadan. Başkasına değil kendime söylüyorum bunu. Genel kurul süreçleri bizim adrenalimiz gibi bir şey oldu. Üç gün program üzerine tartışıyorsun sonra, iki kelime nedeniyle  ittifak bozulan zamanları hatırlıyorum, o haller de kalmadı. 

Erkek egemenliğinin en belirgin,  sinsi özelliği,   bilinçli erkeğin bile fark etmeden uyguladığı şey, kadını kadınla vurmaktır. Çözülmesi en güç olan bariyerlerden bir tanesidir. Ve hakikaten mücadele edilmesi gereken bir süreçtir. Bu girdabın içine nasıl girildiğini kadınlar anlayamaz. Bilinçli olarak yapmayabilir farkında bile olmayabilir ama ana mesele konuyu kadının kadınla mücadele ettiği bir hale gelmektir. Bu eril zihniyetin, erkek egemen statükonun, kendisinin hiç konuşmadan üzerinde mutabık olduğu, birbiriyle her konuda ayrı düşünse bile, bu konuda zımnen konuşmadan anlaştığı bir haldir. Bu fiili durumla aşılabilir. 

Bir örnek anlatmak istiyorum. Güvencesizlik tartışmasının yapıldığı zamanlardı. O zaman politik olarak çeşitli gruplar güvencesizlerin örgütlenmesi konusunda; biz sistemi meşrulaştıracağız, vb… tartışmalar sürüyordu. O zaman benim de içinde olduğum grup, bu meselenin çok kritik bir mesele olduğunu eğer sınıf parçalanıyorsa, parçanın en ucundakini dahil ederek meselenin çözüleceğini söylüyordu. Örgüt kendini, kapsamlı bir yenilenme dinamiğine açık tutması lazım. Bunun fiili olabileceği ama fikren açık olması gerektiğini söylediğimiz bir dönemdi. Atanamayan güvencesiz öğretmenler vardı. Şube kongresi yapıyoruz. Kongreler, ittifaklar delege ağırlıkları üzerinden gerçekleştiriliyor. Aynı anda içinde bulunduğum şubede bizim kadın arkadaşlarla da çalışmalarımız var. Ama bu şöyle başlıyor. Çeşitli politik gruplardan, bağımsızlardan kadınlar, kadın duyarlılığını yükselten, düzenli bir araya gelen kadınlar. Dedik ki; ittifak yapanlara. Her birimiz de aynı zamanda o çalışma içinde olan, politik olarak ayrı gruplardan “Kadın Sekreterini pazarlık konusu yapmayın. Siz pazarlık yapacaksanız 6 kişi üzerinden yapın. Kadın Sekreteri adayını kadınlar çıkaracak.” Deprem! Deprem oldu. Ne desin, kendi arkadaşı da orada. Sayıya bakıyor, ittifak tutmuyor. İstedikleri sayı olmuyor. Biz de “Sandık kuracağız, seçim yapacağız, doğrudan demokrasiyle seçeceğiz” diyoruz. 

Böyle teatral bir gösteri haline dönüştürdük. Okullarda sandık kurma meselesi açılmıştı, biz birkaç tane okulda seçim sonuçlarını tutanaklarla getirelim dedik. Hakikaten okullara sandık kurduk. Ama bizim adayımız belliydi zaten. Formel de olsa  yazıya dökelim dedik. Tutanak tuttuk, sandık kurduk. Arkadaşımızın ismi çıktı. O zaman bir dönemin grubunu da temsilen aynı zamanda ben yapıyorum ittifak görüşmelerini. “Tamam, siz verin isim” diyorlar. “Arkadaş siz biz yok, bu arkadaşımız Kadın Sekreteri olarak gelecek, kadınlardan sorumlu olacak. Burası da 6 kişi üzerinde yapacak hesabını”. Tartışmayı ilerletemiyorlar ve çıkış aramaya çalışıyorlar. O dönem bir arkadaşımızı aday yaptık. İkinci genel kurulda kadın adayı, kadınlar seçer konusu tartışılmadı bile. Hiçbir forma uymuyordu o gün yaptığımız. Ama şimdi bir meşruiyet kazandı. Bence hâlâ da öyle. Bu konuda hâlâ bir direncin olduğunu söylemem lazım.

 …

KESK’li kadın olmanın tarihsel anlamı üzerinden bakıldığında; KESK  tarihnii yaratan kitlenin yarısı olduğumuzun bilincine erişmek anlamına geliyor. Eğer böyle onurlu, yaratıcı, yol gösterici ve şanlı bir tarih yazılabilmişse, el yordamıyla, bilinçle, tarihsel anahtarımızla, Marksizm’le sosyalizmle, kim nereden bakıyor, nereden okumaya çalışıyorsa, bununla hemhal olmuş ve bunu doğru bir biçimde okuyup bilince çıkarmış ve mücadelesini bir program haline getirip onun militanlığını yapmışsa; bu kadın kitlesi sayesindedir. Eğer bu kimliğin bu özelliklerle var olabildiğini düşünebiliyorsak, “KESK’li kadın” bunu temsil ediyorsa önümüzdeki dönem de bunu temsil etmekle yükümlüdür. 

Bunları kaybolmaya yüz tutmuş özellikler olarak bırakamayız tarihin çöplüğünde. Daralabiliriz, küçülebiliriz, yanlış yaptığımızı düşünebiliriz ama KESK’li kadın olmak, kadın kurtuluş mücadelesinin bir neferi olmak demektir. Bu mücadele içinde kadın emekçilerin kurtuluş mücadelesine özel anlam atfedip, kadın emekçileri örgütleyebilmek demektir. Her türlü erkek kadın eşitsizliğini fiilen ortadan kaldırabilecek müdahil bireyler ve kadın bireyler haline gelebilmek demektir. Örgütlü ve kolektif hale gelebilmek demektir. Bunu bu dönemin ruhuna uygun bayrak edinmek, özellikle genç kadın arkadaşlarımızla bu fikri buluşturmak demektir. Her türlü darbeye rağmen, bugün konuştuğumuz darbeden söz etmiyorum, her bir saldırı karşısında bunlarla dikilmek demektir

İçinden geçtiğimiz tarihsel dönem çok daha karmaşık. Şiddetin hiç görmediğimiz biçimleriyle yüz yüze kaldığımız ve kalacağımız, dünyadaki problemlere zaten her bir yerde çok farklı arayışların olduğu açık. Yaşadığımız coğrafyada da bu arayışların çeşitli sert biçimleriyle de mutlaka karşı karşıya kalacağımız , -nostaljik gelebilir ama-   hayal kurma hakkımız için hakikaten mücadele etmek zorunda kalacağımız bir dönemden geçiriyoruz. 

Her şeyin çok kolay eskidiği ve yeninin ne olduğunu bilemediğimiz hızlılıkla ilerlediğimiz… nedir yeni, yeniyi bilmiyoruz ama bir arama döneminde, bir arayış döneminde olduğumuzun farkına varmamız lazım. Dünya’nın bu arayışında, coğrafyamızdaki bu arayışta, bu toplumsal yeni durum arayışında, bunun savaş haline, bunun gericilikle beslenmiş statükoyu koruma haline karşı verdiğimiz mücadele de dahil olmak üzere, bu bilinçle bir yenilenmenin yeni yüzyılda, yeni toplumda ancak kadın bilinci, kadın ruhu ve kadın eliyle olabileceğine inanmamız lazım. 

İlknur Birol’un “4 Mart 1998 Ankara Mitingi konuşmasından bir kesit” konulu kaydını izlemek için videoya tıklayınız.

İlknur Birol ile sözlü tarih görüşmesi 2016 yılında yapılmıştır.   

Menü POPUP